top of page

Eski Dostlar

  • Writer: Seçil Erginler
    Seçil Erginler
  • Sep 3, 2018
  • 6 min read

Liseden beri kopmamışlar. Şerif Amca’nın bu salaş lokantası dışında arada bir görüşüyorlar ikili üçlü. Hepsini buraya, her yıl aynı gün aynı saatte çeken şey sessiz bir anma töreni onlar için. Ali’yi özlediklerini, onun için gizli gizli gözyaşı döktüklerini birbirlerine hiç söylemiyorlar. Neşe’yi teselli etmiyorlar, niçin hala bir başkasını bulmadığını, evlenip aile kurmadığını sormuyorlar. Ali varken nasıl daha tam olduklarından, o gece buraya, bu masaya, tam da Ali’nin oturduğu sandalyeye niye ateş edildiğinden, Ali’nin boynundan tek kurşunla o hayatının en önemli, en güzel haberini verdikten, şarkılar söyleyip, gelecek planları yaptıktan, mutluluk sarhoşu olduktan hemen sonra oracıkta kanlar içinde kalmasından hiç bahsetmiyorlar.


Hepsi masanın etrafındalar, Ali’nin boş sandalyesinin yanında oturuyor Zeynep. Sessizce rakı bardağının kenarında öylesine daireler çiziyor. Zeynep’in karşısında iki sandalye daha var. Devamlı konuşan arkadaşını hiç duymuyor gibi Zeynep. Liseden bu yana masadaki müzik gibi o. Yakışıklı olansa sigara içmekten vakit buldukça masada bir şeyler yiyor, içiyor. Neşe dört kişi olmalarına rağmen Ali’nin sandalyesini boş bırakıyor, masanın başındaki sandalyeye oturuyor, Ali’nin onu oturttuğu, spotların altına koyduğu sandalyeye. O akşamki gibi.

Masayı kurma görevini torununa vermiş Şerif Amca, “Bak çok dikkatli ol, her şeyi dediğim gibi düzenle, ne eksik, ne fazla.” “Dede, sen nerden biliyorsun bu akşam kimin geleceğini, ne isteyeceklerini falan? Sihirli küren mi var yoksa?” diye gülüyor dedesine bir yandan işini yaparken. “Onlar ayrı. Onlar çok özel. Başka zaman konuşuruz, şimdi iş zamanı. Sen ne diyorsam öyle yap, soru sorma bugün.”


Kısır var mezeler arasında. Şerif Amca’nın torunu bayılır kısıra. Annesi anlatmıştı bir keresinde Ali dayısı da kısırı çok severmiş. “Masaya bol kısır koy” diyor Şerif Amca. Ana yemek yok, sadece meze. Gavurdağı salatasını kendi elleriyle hazırlıyor torun. “İşin bitince buraya gelir, eşlik edersin Neşe ablalara. Dayının arkadaşlarıydı onlar. Mutfakta yalnız kalma bugün. Ama sorulara falan boğma kimseyi tamam mı?” Duruyor, tam dönüp gidecekken, “Kısır yiyebilirsin ama, hem de istediğin kadar” diye ekliyor.

Önce Neşe giriyor lokantadan içeri… Siyah paltosunun üstünde kırmızı şalı ve kırmızı şemsiyesi ile. Parfümünün kokusu, arkasında görünmez bir iz bırakıyor. Bu koku çok tanıdık geliyor torununa Şerif Amca’nın. Annesinin atmaya kıyamadığı eski parfümlerinin ağır havası var bu kokuda. Şerif Amca da Neşe’nin geldiğini kokusundan anlıyor. Neşe ilk bulduğu aynanın önünde kan kırmızısı rujunu tazeliyor. Masalarına doğru yöneliyor. “Yeni başladı herhalde” diye düşünüyor masayı kurmakta olan kızı görünce. “Ne kadar genç, lisede falan olsa gerek” En baştaki sandalyeye önce çantasını bırakıyor. Paltosunu, şalını çıkarıp koyuyor sandalyenin arkasına, şemsiyesini de dayıyor masaya. Şerif Amca’yı arıyor gözleri. Göz göze geldiklerinde ikisi de göz pınarlarındaki yaşı düşmeden yakalıyor, gülümsüyor ve sarılıyorlar birbirlerine sımsıkı.


“Tanıdın mı torunumu? Yardıma geldi bugün bana, mezun oluyor bu sene.” diyor gururunu gizlemeye çalışarak Şerif Amca. Parlayan gözleri onu ele veriyor oysa. Kederleniyor bir an Neşe. O zaman doğan bebekler liseyi bitiriyorlar demek diye geçiriyor içinden.


Sigara içiyor herhalde diyor, boş sandalyedeki atkıyı görünce Neşe, dönüp kapının yanındaki o sinsi pencereye doğru bakıyor. Saklarcasına elinin içinde sigarası, yerlerde ipucu arar gibi etraftan kopuk yine. Bu kadar yıldır o köşede gözden kaçmış bir ipucu arıyor. Nasıl olup da o gün katili fark edememiş, engel olamamış olduğunu; yanından kaçıp gitmesine izin verdiğini düşünüyor hala. Rüzgarda yağmur damlaları yüzüne kurşun gibi çarpıyor. Ruhu acıyor. Kapıya doğru yöneldiğinde Zeynep de taksiden iniyor. Göz göze geliyorlar, bir anlık sessiz selamlaşmalarını takiben, Zeynep ıslanmamak için koşarak açık kapıdan loş lokantaya dalıyor.


Ufak, samimi bir lokanta burası, dört duvar arasında küçük kare masalar. Temiz, mis gibi kokan kolalı bembeyaz örtülerin üzerinde lezzetli mezeler ve rakı bardakları ile bezenmiş masalar. Ortalarında minik birer vazo ve taze çiçekler. Yapma çiçekleri sevmez Şerif Amca. Masaların etrafında omuz omuza oturan dostlar. Ne kutlamalar, ne kederler, acılar, kahkahalar görmüş bu masalar.


İkisi de telaş içinde masaya oturuyorlar. Sessizlik burada da devam ediyor. Sanki film başlamış ve salona geç girmişlercesine hızlı ve sessiz hareketlerle üstlerini çıkarıp sandalyelerinin arkasına bırakıyorlar. Kadehleri hazır, saatin gelmesini bekliyorlar.


Neşe saat yediyi gösterdiğinde, aynı yıllar öncesinde o gece olduğu gibi kadehini kaldırıyor, adını anmadan, sessizce, ona, ikisine, kararlarına, her şeye ve hepsine. Külkedisi gibi, yıllar önce, kimseye bir açıklama yapmadan, kaçabilmiş olmayı ve hayallerine kavuşabilmiş olmayı istiyor. O kadehi kaldırmadan, o anonsu yapmadan, kutlamalarla başlayan o gece kana bulanmadan. Ali’yi alıp kimseye bir şey söylemeden gidebilmiş olmayı istiyor.


Rüyalarında bir elinde gözleri oyulmuş bir bebek, bir elinde yerde yatan Ali. Sürüklüyor ikisini de. Ama o kapıdan geçemiyorlar bir türlü. Ali’nin boş sandalyesine bakıyor, gözlerinden yaşlar kırmızı dudağına doğru kayıyor, oradan yan çizip boynuna doğru yol alıyor sonra. Herkes gelmiş de olsa, sadece kendisi de olsa sekmiyor saat yedide kalkan bu ilk kadeh. Yan masalardan garip garip bakanlar olursa Şerif Amca hemen hizaya sokuyor onları.


Sonra mezeleri tabağına alıyor Neşe, Ali’nin tabağına da koyuyor en sevdiklerinden, bol kısır öncelikle. Diğer tabaklara da dolduruyor bolca.

Zeynep sessizce, rakı bardağının kenarında öylesine daireler çiziyor.


Konuşarak geliyor diğer arkadaşları da ve ekip tamamlanıyor. İlk iş kravatını gevşetiyor, “Kaçırdım mı ilk kadehi? Yağmur da var ya, trafik berbat gece. İçerisi çok sıcak değil mi?”


Mezelere saldırıyorlar sonra, kısırla başlıyorlar hepsi de. Kırmızı domatesler de soğanla süper uyuşmuşlar. Kısıra mutlaka nar ekşisi de koyar Şerif Amca.


O gün beş kişiydiler geldiklerinde. Okulun yakınındaki bu lokanta başlarda onların cuma okul sonrası soluklandıkları, yaşları ilerledikçe sarhoş olup derin sohbetlerde kayboldukları; tanıdıklarla çevrili bir ikinci ev gibiydi. Neşe masanın başında oturuyordu o gün. Ali ısrar etmişti. O gece spotlar onun üzerinde olmalıydı. Evlenmeye karar vermişlerdi, kimse onlara engel olamazdı. Arkadaşlarına açıklayacaklardı bu hayatlarının en önemli haberini, en güzel başlangıcını. İkisi de masal dünyasında gibiydiler, yeri hissetmiyordu ayakları. Elele birbirlerinden güç alıyorlardı.


İki yıldır beraberlerdi. Herkes biliyordu okulda ilişkilerini. Ali’nin bakışları, Neşe’nin Ali’nin üstüne titreyişi, masallardaki gibi bir aşktı bu. Herkes hayrandı onlara.


Neşe’nin babası onu bu sevdadan vazgeçirmeye çok çalışmıştı. “Sen yurtdışına gideceksin okul bitince, bu çocuk iyi bir devlet üniversitesine giderse mutlu olsun. Ne işin var senin Ali gibi bir adamla.” diyordu üniversite başvuru formlarını doldururken.


Bir tek Zeynep anlıyordu onu. “Bir çıkış yolu bulmalıyım. İkimizi de okutabilir aslında babam yurtdışında. Ne istedim ki bugüne kadar ben ondan. Ali’yi bir tanısa, ne kadar akıllı, çalışkan biri olduğunu bir anlasa.” diyordu Neşe. Zeynep “Beni bile okutur da, ruhu duymaz.” diyerek Neşe’yi biraz olsun gülümsetmeye çalışıyordu.


“Neşe’yi Anadolu Lisesi’ne göndermemeliydik. Bir an önce okul bitse ve şu kapıcı çocuğundan bir kurtulsak. Ailemizi de, kendi geleceğini de hiç düşünmüyor bu kız” derken tam babası annesine, anahtarı çevirmiş içeri giriyordu Neşe. Yavaşça kapıyı kapatmış, ayakkabılarını sessizce çıkarıp odasına parmak ucunda geçmişti. İçinden “Kapıcı degil bi kere, lokantası var. Hoş kapıcı olsa ne fark eder. Senden daha çok ilgileniyor benimle, gözlerimin içine bakıp dinliyor beni.” diye cevap veriyordu babasına.


Farketmemişlerdi Neşe’nin geldiğini. Annesi devam etti bu sefer: “O kadar diyorum, götüreyim seni şu bizim berbere, saçını başını, kaşını bir yoluna koyalım. Üstüne başına biraz renkli bişeyler alalım. Düzgün çocuklar bakmıyor tabii bizim pasaklıya. Neymiş doğallığı seviyormuş. Haklısın koleje göndermemekle hata ettik. Orada kendine daha uygun çocuklarla arkadaşlık edebilirdi. Bu sorunların hiç biri olmazdı.” Derin bir iç geçirdi annesi tırnaklarını törpülerken. Evde bile kumaş pantolonu ve bluzu ile gezerdi, saçlar her daim fönlü, dudağında ruju eksik olmazdı.


Neşe onlara evlenmek istediğini söylediğinde ikisi de düşüp bayılacaktı az daha. Babası yaşı sebebi ile izin vermeyeceğinden başladı. Patronunun oğlu için Neşe’yi istemeye geleceklerdi iki hafta sonra. Neşe’yi kışkırtmamak için söylememişlerdi henüz tarihi. Üniversiteye aynı okula göndermeyi düşünüyorlardı ve gitmeden de yüzükleri takmak her iki aile için de iyi olacaktı. Şirketler, servetler böylece güvende kalacaktı. Ama kimse Neşe’ye sormamıştı. Anne babasının bu ortaklık için ömürleri boyunca uğraştıklarını biliyordu. Ama ya onun hayatı, istekleri, hayalleri? Hiç umurlarında değildi. Kimse oturup niye bu çocuğu seviyorsun dememişti, tanımaya anlamaya çalışmamışlardı Neşe’yi bile.


“Bütün hayallerimi, senin icin yaptığım her şeyi böyle elinin tersi ile itemezsin. Hayır hayatta izin vermiyorum. Bu son sözümdür.” dedi babası ve kapıyı çarparak çıktı evden. Annesi ise ‘sana sütümü helal etmem. Kesiyorsun alakanı bu çocukla. Haftaya diplomanı alıyorsun ve bir daha da görüşmüyorsun o okuldan kimse ile.” diye bağırıyordu ayağını yere vurarak.


Kapıya yakın o pencereden gelmişti tek el ateş. Gelip Ali’nin boynuna, Neşe’nin hayatına saplanmıştı. Ali’nin cansız bedeni kucağında kanlar içinde kalmış, ruhu Neşe’den de bir parça alıp kanatlanıp gitmişti. Bir daha ona gülemeyecek, hayatını aydınlatamayacaktı artık. Yaşadıkları tüm masalsı anlar tek tek gözlerinin önünden geçiyordu.


Olay bir türlü çözülememişti, hiçbir ipucu yoktu ortalıkta. Kaza kurşunu diye geçmişti kayıtlara.


Giden iki candı, ve o ikinci canı Neşe kendi elleriyle almak zorunda kalmıştı. Tek başına gidememişti doktora, Zeynep’ten rica etmişti. “Bana hiçbir şey sorma, kimseye bahsetme, benimle gel, elimi tut ve unut bugün olanları ben ölene kadar.” Zeynep nasıl yalnız bırakabilirdi Neşe’yi, orda, o halde… Mecbur gitti. Söz de verdi, ne Neşe ile ne başkası ile konuştu o gün olanları bir daha. Ama nasıl unutulurdu, nasıl hiç konuşmadan kapanabilirdi bu mesele. Uzunca bir süre gözünü ilk açtığında Neşe’nin doktorun odasından çıkan o ruhsuz bedeni geldi gözünün önüne. Gözleri kızarmış ağlamaktan ve iki büklüm olmuş bedeni acıdan.


Şerif Amca boş bardakları doldurmak için masaya geliyor. Herkes suskun, düşünceli.


Zeynep sessizce, rakı bardağının kenarında öylesine daireler çiziyor.


Neşe rujunu tazelemiş biraz önce, boynunu ovuyor eliyle. Sanki bir delik var görünmeyen, kapatmaya çalışıyor. Uzaklara dalmış, yenilenen rakısından bir yudum alıyor. Avucundaki bir kaç ilacı atmış kimseye göstermeden ağzına biraz önce. Bir yudum daha alıyor rakıdan. Geriye doğru düşüyor masanın başındaki sandalyesinden birden. Boynunu ovaladığı eli masaya çarpıyor cansız. Avucundaki buruşturulmuş bir not Zeynep’in ayağının yanına, yere düşüyor.

Zeynep notu alıyor yerden. Sessizce ve inanmaz gözlerle bir kaç kez okuduktan sonra “Artık söyleyebilirim. Neşe Ali’nin bebeğini öldürdü.” diyebiliyor.


Şerif Amca önce Neşe’nin cansız bedenine sarılıyor gözyaşları içinde. Sonra Zeynep’in elindeki notu kapıyor ve yüksek sesle okuyor.

“Ali’ye ve yavruma kavuşmaya gidiyorum. Siz kadeh kaldırmaya devam edin bize”.


Seçil Erginler

Eylül 2018



 
 
 

Comentarios


Post: Blog2 Post

©2020 by Seçil Erginler. Proudly created with Wix.com

bottom of page