Uyku
- Seçil Erginler
- Sep 28, 2020
- 4 min read
Çöp kamyonu yine sabahın köründe uyandırmayı başardı onu zor teslim olduğu uykusundan. Burnuna yeni yapılmış kahve kokusu gelmeyince, yatakta diğer tarafa dönerek elleri ve bacakları ile yorganın altından ona ulaşmaya çalıştı ama, arayışı sonuçsuz kaldı.
Hala yanmakta olan gece lambasına baktı. Kalkmaya hali yoktu. Tekrar uykuya dönmek için rahat bir pozisyon arandı ama midesinden gelen gurultu onu rahat bırakmıyordu. Üstelik çişi de gelmişti.
Yataktan kalkarken, sadece onun tarafının bozulmuş olduğunu fark etti. Yüzünü yıkarken aynada kendini inceledi. Yuvarlaklaşmaya başlamıştı yanakları ve dudakları şişiyor gibiydi. Bu daha ne kadar sürecek acaba diye düşünürken, eli otomatik bir hareketle karnını okşadı ve yüzüne bir gülümseme yayıldı.
¨Mehmet! Koltukta uyuya mı kaldın yoksa?¨ diye seslenerek salona bir göz attı. Son zamanlardaki tedirgin ve garip tavırları yüzünden dün akşam yemeğin sonunda çıkan tartışmayı hatırladı sonra.
¨Hep bu hormonlar yüzünden. Nereden çıkarıyorsun sana destek olmadığımı, yanında durmadığımı? Resmileştirmek mi gerek illa? Buradayım ya işte.¨ diye yükselmişti sesi, Dilek ¨Ya dönersen bizi bırakıp karının ve kızının yanına?¨ diye sorduğunda.
‘Yine de haber vermeden gidecek biri değil Mehmet. Yüz yüze konuşmadan, veda etmeden gitmez’ diyordu içinden salonun camını açarken.
Kahve hazırlamak ve bir şeyler atıştırmak için mutfağa gittiğinde masada evin anahtarlarını ve altında ikiye katlanmış notu görünce buzdolabına dayanmak zorunda kalmıştı ayakta durabilmek için. Okumasına gerek yoktu, anahtarlığı incelemesine de. Dünkü tartışmadan çok önce biliyordu eninde sonunda bugünün geleceğini. Bir film sahnesindeymiş gibi yabancılaşmıştı yaşadığı ana. Aktris, gözünden akan yaşı silerek bir elini istemsizce karnına götürüyor ve içindeki hüznün akmasına engel oluyordu. Yönetmen ise tam o esnada ‘kes’ diyordu. Yalnız olmasaydı, ortamdaki birinin duyabileceği yükseklikte gelmeye başlayan gurultularıyla ilgilenecek durumda değildi o an. Ancak önceki gece hazırlayıp da, midesi bulanınca yapmaktan vazgeçtiği kahveyi içmek için, makinanın düğmesine basabildi.
Suyun damlama ve o kokusuna bayıldığı, onu her zaman sakinleştiren, huzur veren içeceğe dönüşme sesini duymuyordu bile. Sandalyeyi çekip oturdu. Başını ellerinin arasına aldı. Gözyaşlarını daha fazla engelleyemedi. Kafasını kaldırdığında açık pencereden gelen temiz hava yüzüne vurdu. İçeri sızmaya başlayan güneş ve kuş cıvıltıları herkese güzel bir bahar gününü müjdelese de, Dilek bugünün onun için hazan başlangıcı olduğunun farkındaydı.
Notu eline aldı, kokladı önce. Akşam o yattıktan sonra yazmış olmalıydı Mehmet, hala şarabın kokusu vardı üzerinde. Eskiden çoğu kokunun farkında bile olmazdı. Hamileliğin getirdiği sevdiği değişikliklerden biriydi bu. Yazının içinde ‘Kızımın da bana ihtiyacı var. En iyi sen anlarsın. Daha fazla bencillik edemem.’ cümlelerini seçti hemen keskin gözleri. Kalbi acıdı. Kendisini ve karnındaki kızını, daha geçen hafta doğurursa ona ne isim koyacaklarını konuştuklarını, kahkahalarını anımsadı acı ile Dilek. Yatak odasında çalmaya başlayan telefon ile irkildi sonra.
¨Dilek, kuzum nasılsın?¨
¨İyiyim annecim.¨ derken sesini düzeltmeye çalışıyordu.
¨Baktım senden ses çıkmıyor? Müsaitsin değil mi? Pazar sabahı belki arkadaşlarınla falan buluşursun diye de düşündüm ama, bekleyemedim.¨
Annesinin heyecanlı, enerji dolu sesini duymak havasını değiştirmişti birden Dilek’in. Ama aynı zamanda kötü de gelmişti. Çocukluğu ve gençliği boyunca ona doğrunun peşinden gitmeyi, ahlaklı olmayı, yalanın insanın içini kemiren bir düşman olduğunu anlatan emekli öğretmen Nihal Hanım, onun hala geceleri arkadaşları ile çılgınlar gibi eğlendiğini, sabah koşularına, kahvaltılarına gidip gençliğin tadını çıkardığını sanıyordu. Mehmet’ten bihaberdi.
Bunları düşününce omuzları tekrar düştü Dilek’in. Annesinin yanında olmayı, dizinin dibinde oturup, ona sarılıp ağlamayı, her şeyi anlatıp hafiflemeyi hayal ediyor ama bir yandan da günler geçtikçe açıklaması imkansız bir sarmala girdiğini düşünüp ondan köşe bucak kaçıyordu.
¨Dilek, canım, ben çok özledim kızım artık. Gelemiyorsan işler güçler yüzünden, ben atlayayım uçağa. Salonda koltuğa kıvrılırım bir süre. Uzun kalmam, rahatsız etmem seni. Hiç dert etme öyle evin küçük, dil bilmiyorum falan diye. Seni görmekten başka derdim yok benim. Hem kış falan da bitti artık. Londra’da bile güneşliymiş hava, demin baktım telefonda bana öğrettiğin şeyden!¨
Ne diyeceğini bilemedi bir an Dilek. ¨Ah annecim ben de özledim, ama çok sıkılırsın falan diye işte. Sana haber vereceğim ben söz. Hadi çıkmam lazım birazdan, konuşuruz yine canım benim.¨
Annesinin öpücükleri ve duaları arasında kapattılar telefonu. Konuşurken tüm evi dolanmış, mutfağa getirmişti onu ayakları yine.
Dolaptan çıkardığı peynire, kızarttığı iki dilim ekmeği katık ederek kahvesini yudumlarken kafasını toplamaya çalıştı. Bugünün yaklaşmakta olduğunu ona söyleyen sadece iç sesi değildi. Londra’ya yeni geldiğinde, ofiste tanıştığı ve bir süre ev arkadaşlığı da yaptığı Betty sık sık onu uyarmaya çalışmıştı oysa.
¨Akışa bırakamayacağın kararlar bunlar Dilek. Bir canın sorumluluğu bu. Senin gibi babasız mı büyüsün istiyorsun?¨ diyordu.
Dilek’in Mehmet’i savunmalarının ardından saklayıp gizlemeden vuruyordu gerçekleri bir bir yüzüne.
¨Karısını da seni de oyalıyor iki yıldır. Boşanacağı varsa çoktan onları bırakır, koşardı sana. Hele şimdi bir de hamilesin. Doğacak çocuğunu da mı düşünmüyor. Hoş daha iki yaşındayken bıraktığı kızını düşünmeyen adam, doğmamış bebekten ne anlar ki. Bu adamla bir gelecek yok sana. Bak söylemedi deme sonra.¨
Elindeki tabak ve boş kahve fincanını lavaboya bırakıp tekrar yatak odasına döndü Dilek. Yatmak istiyordu vücudu, midesi de bulanıyordu biraz. Annesi yanında olsa ona ne güzel bakardı. En son geçen yaz terasta yan yana koltuklara uzanmış, geçmişten, çocukluğundan söz etmişlerdi. Laf yine dönüp dolaşıp babasına gelmişti.
¨Anne, babam beni hiç sevmedi mi? Nasıl bıraktı gitti küçücük kızını sence?¨ diye sormuştu Nihal Hanım’a. ¨Sevmez olur mu kızım? Aslında baban hayatı boyunca kendini sevmeyi beceremedi. Hep onu daha çok sevecek birilerini arayıp, kimseye bağlanamadan oradan oraya dolandı durdu.¨ Dilek annesinden hep benzer cevapları alsa da bir türlü kabul edemiyordu bunu.
İçine düştüğü durumu düşündüğündeyse, nasıl bu hale geldi her şey diye kızıyordu kendine. Hayatı boyunca canını yakan babasının metresleri gibi biri olup çıkıvermesi ona utanç veriyor, ama başka türlü davranmayı da beceremiyordu bir türlü.
Bu utançla nasıl yaşardı, kızını nasıl büyütebilirdi. Annesinin yüzüne, her gün aynaya nasıl bakabilirdi. Bu düşüncelerle birlikte gözlerinin üzerindeki kum torbalarına daha fazla dayanamadı ve kendini uykuya teslim etti.
....
Anestezinin etkisi geçip de gözlerini açtığında Betty yanında elini tutuyordu. Eli sıcacıktı. Bembeyaz ışıklar ve ilaç kokuları arasında, üzerinden sıyrılan battaniyeyi karnının üstünde duran elleri ile tutmaya çalıştı. Tansiyonunu ölçen hemşire durumu fark edip üstünü tekrar iyice örttü. Yine de üşüyordu.
¨Merak etme, her şey yolunda! Tam zamanında gelmişiz. İki gün sonra gelsen yapmazlarmış işlemi.¨ dedi Betty.
Dilek’in gözünden yaşlar süzülürken gelen mesajla sessizlik bozuldu. Betty, Dilek’e telefonunu uzattı. Nihal Hanım’dandı. ¨Şimdi aldım canım tüm istediklerini. Eksik kalan kitabı da buldum sonunda. İki gün kaldı kavuşmamıza şükür!¨ Yüzündeki yaşları boş karnını tutan eliyle silerken diğer elindeki telefonu göğsüne bastırdı Dilek.
Seçil Erginler
28 Eylül 2020, İstanbul
Comments